NE MUTLU AZINLIĞIM DİYENE!
Padişahın soytarısı ile maymunu ittifak etseler dahi bu tiyatronun eline su dökemezler.
Hidayet ÇAKIR
- Araştırmacı Yazar
Bu yazımda, biraz monolog biraz da sohbet havasında sizi bir koşu eskilere götürüp, geri getirmek ve aradaki farka vurgu yapıp kendi öznel çıkarımlarımı sizinle paylaşmak istiyorum. Yazılanlar sihirli bir değnek dokunuşuyla kimseyi eskiye taşımayacak. Eskiyi de geri getirmeyecek. Eskiye bir özlem havası uyandırmasını da beklemiyorum. Bununla birlikte cılız bir umutla insanlığımıza, organik yaşamımıza; yani özüme ve hakikate dönüş için kısa bir hatırlatma, naçizane bir ikaz olarak bu köşede yerini alacak. Yerde bulduğumuz herhangi bir kağıt parçasını hevesle okuma sevdasından, ekran bağımlısı olduğumuz günlere olan seyahatimiz nasıl başladı? İnsani değerlerimizin neredeyse tümüne sahip bir zamandan, insani değerlerimizin neredeyse tümünü kaybettiğimiz bu zamana nasıl geldik? Bu hızlı erozyon bu kadar kısa sürede nasıl gerçekleşti?
Çok uzağa gitmeyelim. 90’ların başı da olabilir, bir adım ötesi de. Hani o takvimdeki 365 yaprağın her birini okumak için sabırla babamızın eve gelmesini beklediğimiz ve o gelmeden yaprağı ajandasından yırtmadığımız günler. Bazen o yaprak için kapışır, kavga ederdik. Yanlış anlamayın, o zamanki ev içi kavgalarda “Benim hayatım, benim kararım” gibi içi kof, sloganik ve ithal nedenler yoktu. Nihayet en büyüğümüz, babamızın talimatıyla o takvim yaprağını koparır, herkese okur ve dinleyerek de olsa ondan istifade ederdik. Takvim yaprağı boşa düşünce, bizi bugünün yapay insanları haline getiren televizyon sehpasının kenarına bırakır ve sabah olunca ilk uyanan onu tekrar alıp diğerlerinin yokluğunda rahat rahat okur ve nihayet bir kitap sayfasının arasına koyardı.
Bilgi, yazı, kalem, defter ve satırlar böylesine kıymetliydi. Her günümüz bir takvim yaprağıyla sevince belenmezdi elbette. O takvim yaprağından dışarıya uzanan hassasiyetlerimiz, komşularımızdan başlayarak tüm kenti kuşatırdı. Komşunun çocuğu hastalansa huzurumuz kaçardı. Onların evine doğru hüzünle bakar ve sesini yeniden duymak umuduyla, duayla, endişeyle beklerdik bir iyi haber. Ulucami’de cenaze olsa tüm şehir duyar, tüm şehir üzülür, tüm şehir dingin olurdu.
Benim zamanımda Temel Britannica, Red Kit, Tenten ve Tommiks’ler oldukça poülerdi. Hangi türden olursa olsun, herhangi bir kitaba ulaşmak günümüzdeki kadar kolay değildi. Siyah önlükle kara günlerin içerisine serpiştirilmiş mutluluk ve huzur nereden geliyordu bilinmez ama şimdinin penceresinden bakınca çileli dediğimiz zamanın içine gizlenmiş o buruk mutluluğu bile özlüyor insan. Çünkü şimdide bir huzursuzluk, bir bereketsizlik, bir acı ve bir vurdumduymazlık var. Hem de sayısız nimet ve konforun içerisinde. Ters bir döngü var. Kötü kavramının bile içi oyulmuş. Mesela bir zamanlar ciddiye alınan ve ciddi sonuçları olduğu bilinen kötü hasletler günümüzde artık sıradan sözlük terimleri gibi algılanıyor. Dedikodu, haset, gıybet, cimrilik, hırsızlık, uyuşturucu, zina, cinayet, boşanma dendiğinde “hııı” deyip geçiyoruz. Umursamıyoruz. Derinlemesine göz ardı ettiğimiz bu kötücül silahların namlusu bize dönmedikçe vaveyla gelmiyor aklımıza.
İnsanların müzik, kültür, nezaket, anlayış ve saygı sınırları sistematik bir şekilde değişim ve dönüşüme uğradı. Haddimizi kendimize saklarken, üniformaların, kıdemli masaların; ünvanların, makamların hatta bir parça bezden ibaret kravatların insanı nasıl insanlığından ettiğine üzülerek şahit oluyoruz. Bir tebessümün sadaka olmaktan çıkıp nasıl sinsi dudak bükmelerine dönüştüğünü, aynalarla en samimi olduğumuz zamanlarda bile unuttuk. Bir hovardalık almış başını gidiyor.
Tüm bu sitemlerimizin kaynağında bencillik mikrobunun yattığına kuşku yok. Yani “Ciddiye almadıklarımız” listesinde zirveyi aşındıran, kulağımıza basit gelen o sözcüğün, İblisi’in elinde tahrik gücü yüksek bir fitneye nasıl dönüştüğünü görmemek için kör, sağır, dilsiz olmak gerekir. Oysa eskiden bencillik, okulun kantininden aldığı halka tatlıyı okulun arka bahçesinde gizli gizli yiyen arkadaşımızdan öte bilmezdik. Ki onu da hafta sonuna kadar topluca onun yüzüne vurur ve onu koro halinde “cimri cimri” diye hedef alırdık.
“Gıpta ettiğimiz o dönemin kapanıp, hırs ve bencilliğin hüküm sürdüğü bu zamana nasıl geldik? Ne oldu da tarihte eşi benzeri görülmemiş kitlesel bir dönüşüm geçirdik?” diye derinden bir tefekkürle oturup düşünmemiz gerekmiyor mu?
Çok kıymet verdiğim bir dostum: “Hidayet bey, Karısı başka adama kaçan koca, nasıl oluyor da karısını geri çağırabiliyor ve karısı dönünce de onunla kaldığı yerden devam edebiliyor?” dediğinde bu gidişatın gidişat olmadığını bilen başka insanların da olduğunu bilmek, bir parça da olsa teskin etti beni. Ne de olsa o da eski topraktı. Çilenin tozuna karışmış hiçbir zerreyi göğsünden söküp atmamış ve acısına bile sadakat gösteren insanların varlığına su gibi muhtacız. Bu hengâme, bu bencillik, bu pişkinlik, küstahlık ve yapaylık ne zaman sona erecek? Biz cehaleti bile böyle bilmezdik. Kabul, Adem’den bu yana kötülük var ama biz tarih kitaplarında bu zamana denk bir kötülük gördük mü acaba?
İşte Mehmet Ali Birand’dın 32. Gün’ünündeki Afrikalı çocuğun karşısında harap olduğumuz, vicdanımızı paraladığımız günlerden; Gazze’nin öldürülen bebeklerini çay kahve eşliğinde izlediğimiz bugünlere böyle geldik. Eksiği var, fazlası yok
Bir parça fazla konfor vaadiyle yine kadınlar yuvalarının kapısını telaşla kapatıp havadar bir koşuşturmayla iş yerlerine koşacak ve tevazu rolüyle statükoculuk oynayacaklar. Anneye alternatif getirilen bakıcının elinde bir android, çocukların karşısında TV veya ellerinde Ipad olacak. Sonra bir servis kornasıyla tüm çocuklar paketlenip okul kampına sürülecek. Kolombiya'daki bir köy okulunun sınıfındaki öğretiler ile Kars'taki bir köy okulunun sınıfındaki öğretiler arasında fark olmayacak. Galileo'nun makus talihine taç giydirilip, bilinçaltındaki dindarlar afaroz edilecek ders kitaplarında. Evlere dönecek olursak ekmek zeytin kafi olmayacak artık. “Karnımız tok” laflarına da karnımız tok. Evin var yetmez, araban var yetmez, evin içerisinde saymaya değmeyecek öteberiler haline gelen onca israf da yetmez. Lüks denen ulaşılmaz bir hayalin aşısı nefsimize zerk edildiği için gözümüzü kan bürümüştür. Kuaföre git, mağazaya git, aynısının farklı renklisini al al al yetmez, bitmez, tükenmez bir hırs yedi bitirdi bizi. Bitmeyen, doymayan tek şey hırs. Baba vasfı kayıp, annelik anonim, evlatlar ise tek merkezden ekranlara yansıtılan sahte cennetin nimetlerini kapış kapış kapışmakla meşgul. Eğitim sisteminin Deccal’e her gün törenlerle kurban ettiği neslin köleleştirilmesine seyirci kalmakla yetinmiyor, onların değirmenine su taşıyıp duruyoruz. Roma Patrici’lerinin değnekleri Pleb’lerin; Pleb’lerin değnekleri de Servus’ların enselerinde şaklayıp duruyor. Ama bu şaklamalara takılmayın çünkü hepsi halinden memnun ve şaklamaya şaklabanlıkla karşılık veren Servus’ların durumundan pek farkımız yok. Padişahın soytarısı ile maymunu ittifak etseler dahi bu tiyatronun eline su dökemezler.
Söylemlerle yüceldiğini zanneden insandaki zannın aksine yaşadığı bu ahlaki çöküşün daha dibi var mı bilinmez ama bu gidişat karşısında salağa yatma hamlesinin artık ayyuka çıktığını hepimiz biliyoruz
Hakikate sayısız kere yüz çevirdik ancak hakikat bize hiç yüz çevirmedi. Çünkü hakikat 1 kez terk ederse, bir daha asla geri gelmez. Üstelik geride yozlaşmış, aptallaşmış ve hayvandan aşağı mahluka dönüşmüş bir enkaz kalır. Mühürlenen bir kalbin akıbetini hepimiz biliyoruz. İşte o akıbetin eşiğinde olsak dahi çırpınıp silkinme şansımız hala var demektir. Rızkının merkezini ATM olarak belirleyip, şükranlık için yüzünü patronlarına, amirlerine ve bilimum yönlere çevirenlerin hakikaten ne nasibi olabilir ki? Geçmişten günümüze ortaya çıkan bu huzur uçurumunun derinliğinde yatan nedenler işte bunlardır. Zira yokluk içerisinde huzur ve mutluluğu yakalayabilmiş bir toplumun refaha ulaştıktan sonra bu denli çirkinleşmesi, bencilleşmesi ve doyumsuzluğu başka ne şekilde ifade edilebilir?
Neyse, haberiniz olsun ki biz o sudan içmeyeceğiz inşallah. Dünyalık tahtını kurtarmak için “O sudan biz de içeceğiz” deyip ruhunu şeytana satanlardan olmaktansa, insanların gözünde zelil olup, Allah nazarında yücelmek yeğdir. Çünkü hakikat yolu artık tasavvuf kitaplarında anlatıldığı gibi taşlarla, dikenlerle değil; iftiralarla, algılarla, cezalarla, -mış gibi kazalarla doludur. İşte Halep, işte arşın! Hadi, TEKRAR seç yolunu! Yeniden iman et, yeniden Müslüman ol. Hacıların, hocaların, dedelerin, siyasilerin, sözde ibadetgahların servis ettiği dinden sıyırılıp, gökten ayağına kadar indirilen orijinal dine dönmeye ne dersin? Çocukluğundan kalma anılarını cennette yeniden yaşamak istemez misin?
Ya yeryüzünde tüm firavunların birleşerek kurduğu kirli ittifakın basit ve sıradan bir kölesi olarak yaşayıp ebedi hayatını karartacak veyahut seni sonsuz esenlik yurdunda ağırlayacak olan alemlerin Rabbi için varlığını onurlu bir şekilde feda edeceksin. Yeryüzünün efendiliğine soyunanlara hem kölelik edip, hem sürünüp hem de şerefini alçaltacağına, sonsuz bir mutluluğa yelken açman, kıyas kabul etmez güzellikte bir tekliftir. Hadi yeniden çile sofrasına buyrun!
O azınlığa Selam, dua, muhabbet ve özlemle...